KÜÇÜK ASYA FELAKETİ: CANLI BİR TANIK


KÜÇÜK ASYA FELAKETİ: CANLI BİR TANIK

Artık evlilik hayatımın ellinci yılını doldurduğuma göre (evlilik yıl dönümümüzü çocuklar, torunlar ve akrabalarımla beraber, hediyeler ve büyük bir pasta eşliğinde kutladık) kendime iki savaş gördüğümüzü göz önüne alarak, bu kadar acıyla beraber yaşam savaşı verdiğimiz hayatın nasıl da geçtiğini soruyorum.

1903'te doğup büyüdüğüm, yemyeşil ağaçlarla ve alabildiğine çiçek ile dolu olan İzmir'in Buca bölgesinde geçirdiğim hayatımın bu bölümüyle ilgili hatırladığım kadarıyla bir kaç şey yazacağım. Kızıl suratlı, mutlu ve değer verilen, ailemin ilk çocuğuydum. Benden sonra altı çocuk daha doğacaktı. Ailemle beraber uyum, aşk ve ellerinden geldiğince bize sağladıkları eğitim ile yaşadık. En büyük olduğumdan, ortaokulu iyi bir dereceyle bitirdikten sonra, Buca'da da lise olmadığından dolayı terzilik sanatını öğrenmek için bir ticaret okuluna gönderildim. Liseye gitmek için İzmir'e seyahat etmek durumundaydım. O zamanlar bir kız için zor bir şeydi. Birinci Dünya Savaşı'nın zorlu günlerinde tohum ekmeyi öğrendim. Genellikle sabahları evden aç çıkardım. Sonradan kardeşlerimden biri bana fırıncının fırınında bakladan yapılmış bir ekmek getirirdi. Fırıncının ismi Dome idi.

Bu dönemde babam, sultanın bir Hıristiyan vatandaşı yani reayası olarak Türk Ordusu'nda askerdi. Onu bizden almışlardı ve annem evde yalnız kalmıştı. Neyse ki, yakınlardaki bir dağda kalker eritmek için onu zorla çalışmaya tabi tutmuşlardı ve bu sayede geceleri büyük zorluklarla geri döner ve acı çekmesine rağmen kendisine geçim ücreti sağlayan varlıklı insanların bahçelerini sular, bakımını yapardı. Her neyse, sonunda sağ kurtulmuştuk. Ben tohum ekmeyi öğrenmiştim. Tanrıya şükürler olsun babam ordudan dönmüştü ve işler yoluna girmeye başlamıştı. Sonrasında en küçük iki kardeşim dünyaya gelecekti.

Babam Demetrius Linakis, anısı sonsuza kadar yaşasın, bir bahçeciydi! İzmir'den bir buçuk saat uzaklıkta bulunan ve 15,000 Rum ile 10 Türk ailesinin ve güzel köşklere sahip çok zengin İngiliz, Fransız ve İtalyanların yaşadığı, Rum banliyösü denilebilecek memleketim güzel Buca'da, bu meslek çok talep görmekteydi. Onlar (Avrupalılar) burada yaşamaktaydı çünkü çok güzel bir iklimi ve konumu vardı. Hepimiz beraber burada yaşardık.

Yunanlılar 1919'da geldiğinde hepimiz çok sevinmiştik. Sonunda özgürdük, ruhlarımız mutluluk ve eğlence ile dolmuştu. Fakat bu özgürlük sadece üç yıl, bizi tamamen iyileştirmeye yetmeyecek kadar az sürmüştü. Sonra 1922'deki o lanet gün geldi. Bir kez daha acı içerisinde hayal kırıklığına uğramıştık. Ancak bundan da kurtulacak cesarete sahiptik. Yeni yapılmış iki katlı evimiz taştan yapılmaydı. Annem ve babam evi tutumlu bir şekilde biriktirdikleriyle inşa etmişlerdi. Ailelerinden kendilerine kalan bir şeyleri yoktu ve çocuklarını da kendi başlarına büyütmüşlerdi. Paramızı dikkatli bir şekilde yönetmemizle birlikte, babam Buca'nın dışında Kozagaki (Kozağacı/ günümüzde Kozağaç) denen bağlarla dolu bir bölgede dokuz parsellik bir yer satın almıştı ve oradan da ufak bir gelirimiz vardı.

Evangelia Chiotakis'in 1923 yılına ait bir fotoğrafıNe var ki, tam da annem ve babam (anıları sonsuza kadar yaşasın) ''tanrıya şükürler olsun'' demişlerdi ki, tüm gavurların yani tüm Hıristiyanların ayrılmasını isteyen o lanet emirle beraber, o şeytani gün de gelip çattı. Ah! Ne almalıydık? Evimizden geriye ne bırakmalıydık? Çok sevdiğimiz ve gurur duyduğumuz, henüz yeni boyadığımız evimizden. Henüz satmadığımız sultani üzümlerin mahsulünü almak mümkün müydü? Türklerin babamı almaması için ağladık ve tanrıya yalvardık. Bundan öte önemli bir şey yoktu. Nihayetinde doğduğumuz ve büyüdüğümüz sevgili küçük evimizi kilitledik. Bakır tencere ve tavalarımızı geri döneceğimiz düşüncesiyle kuyuya attık. Evin anahtarını evimizin duvarlarından birini kaplayan sarmaşığa sakladık ve her birimiz ufak bir bohçayla, kırık kalplerle ve gözlerimizde yaşlarla evimizden ayrıldık.

Babamın işvereninin evinin bodrum katından saklandık. Kendisi babamın baktığı düzgün bahçelerden birinin sahibiydi. Kendisi ayrıca yabancı ülkelerden birinin konsolosuydu ve bundan dolayı da Türkler onu rahat bırakmıştı. Korunmak için oraya kaçan daha pek çok insan vardı. Evin dışında sokakta kimi bulursa öldüren, kılıçlarını çekmiş çeteler (Türk askerleri) dolanıyordu. Bir gün panjurdan kendilerini gözetlemek için sürünerek birinci kata doğru ilerledim. Bodrum katında zaman zaman ağlayan bebeklerimiz de vardı. Bir ara bizim bebeğimiz küçük Elli yüksek sesle ağlamaya başladı. Annem bari kalanımız sağ çıksın diye elleriyle bebeğin gırtlağını sıkmaya başladı. Ancak, küçük Elli'nin vaftiz anası bunu engelledi ve bebek aniden ağlamayı kesti ve böylece kurtulmuş oldu. 

Bir süre sonra konsolos geldi ve İzmir'deki evinde kalmalarının çocuklar için daha güvenli olacağını söyledi. Bizi iki gruba ayırdılar. Bazılarımız İzmir'e gitti. Bazılarımız ise Buca'da kaldık. (küçük kardeşim Costas bizimle İzmir'e geldi) Orada konsolosun evinde barış dolu bir kaç gün geçirdik ve bize iyi baktılar. Sonrasında İzmir'de yangın çıktı. Alevlerin bizim yönümüze doğru geldiği bir anda, koruyucularımız ayrıldı. Bir gemi gelip onları aldı. Biz diğer mültecilerle beraberdik ve tüm gece tanrıya bizi kurtarması için dua ettik. Ne yapabilirdik? Nereye gidebilirdik? Alevler daha da yaklaşmaya başladı ve duman bizi boğmaya başladı. Sabahleyin güneşin ağarmasıyla beraber, ben ve üç kardeşimin kaçmamız gerektiğine karar verdim. Kız kardeşlerim Maritza, Ioanna ve Türk'e benzesin diye fesle beraber küçük örgülü bir şapka giyen küçük kardeşimiz Costas ile beraberdim. 

İstavroz çıkardık ve konsolosun evinden dışarıya çıktık. Merdivenlerde ilk ceset ile ve her yere saçılmış kıyafetler ile karşılaştık. Aslında sokaklarda düşünebileceğiniz her şey vardı. Yaşlı gözükelim diye baş örtüleri bağladık ancak nereye gittiğimiz konusunda hiç bir fikrimiz yoktu. Bir taraftan alevler bize doğru gelmeye devam ediyordu. Öbür tarafta ise deniz vardı. Bizi takip eden küçük Costas (kendisi şu anda aktör Kostas Linakis) ağlayıp ''beni denize atın yanmaktan kurtulayım'' diye bağırıyordu. Çaresiz ve korku içindeydik. Yabancılara bizi gemilere almaları için bağırdık. Ancak bize kimse yardım etmedi. Sonrasında birden bire Buca'daki anne, baba ve kardeşlerimize dönmeye karar verdik. Punta'dan trene bindik ve Buca'ya doğru yola çıktık.

Tanrıya şükür akrabalarımız ve babam tren istasyonundaydılar. Oradaydılar çünkü Türkler tutuklamak istediklerini ve içlere (Anadolu'nun içlerine) doğru göndermek istedikleri Hıristiyanları seçiyorlardı. Bodrum katına geri döndüm ve genç erkekler dışında tüm Hıristiyanların ayrılmaları istenene kadar orada kaldım. Dini bir bayram günüydü. Kutsal Haç Bayramι idi ve gözyaşları içerisinde ana vatanımızda son kez işiteceğimiz komünyonumuzu gerçekleştirmek üzere kilisemize gittik. Sonrasında tanrı bilir nereye gidecektik!

İzmir ve çevresini gösteren Yunanca bir haritaBuca'dan ayrılışımız esnasında hepimiz burada mıyız diye annem bizi yol boyunca saymaya devam etti. Neyse ki babam pek çok acı çektiği için yaşlı adam olduğu gerekçesiyle, bizimle gelip Amerikan gemisine binmesine izin verdiler. Sonunda hepimiz kurtulmuştuk. Sardalyalar gibi sıkış tepiş olmuştuk ve çocuklara biraz vermeleri haricinde bize su bile vermediler. İçinde bulunduğumuz koşullar yüzünden hepimiz bitlenmiştik.

Gemi bizi gece yarısı Sakız adasındaki açık bir alana bıraktı. Orada aralarında akrabalarımızın da olduğu diğer pek çok mülteci ile karşılaştık. Çok az uyku ile portakal ağaçlarının altında berbat bir gece geçirdik. Bazılarımız portakalları yiyecek ve bayat oldukları için sonrasında hastalanacaktı. Orada ilk defa elbiselerimizi çıkardık. Hepimiz üçer kat giyindiğimiz için elbiseler bize ağır gelmeye başlamıştı. Neyse ki, amcam bir asker pantolonu bularak bize verdi. Çocuklar pantolonu almak için birbirleriyle yarıştılar. Akıllı annemin ilk işi tüm paraları bularak bir araya getirmekti. Çocukların biri kaybolursa diye, kağıt paraları her bir çocuğun kıyafetinin kenarına dikmişti. Böylece en azından yaşamalarını sağlayacak bir miktar paraları olurdu. Ve nihayetinde özgürlüğümüzün ilk sabahının ışıkları ufukta beliriyordu. Özgür bir ülkede...

Evangelia Chiotakis, 1973



Bu yazı 1973 senesinde 70 yaşında olan Buca'nın eski Rumlarından Evangelia Chiotakis tarafından yazılmıştır. Constantine G. Hatzidimitriou tarafından 20 Eylül 1997 tarihli ''the Greek American'' isimli dergide yayınlanmıştır. Yazının orijinal dili olan İngilizce'den Türkçe'ye atalarimizintopraklari.com tarafından çevrilmiştir.

İlgili yazıya buradan ulaşabilirsiniz.

Kaynak: The Greek American, The Asia Minor Catastrophe, Constantine G. Hatzidimitriou, 20 Eylül 1997